0 Comments

TATAR HALK DESTANI “İDEGEY”DE GEÇİŞ DÖNEMLERİ

Çulpan Zaripova Çetin

Destanlar dünya kültüründe özel bir yere sahiptirler. Onlar, hem tarih, hem de fikir ve sanat bakımından büyük önem taşırlar. Çünkü destanlar bize halk yaşa­mının ve düşünme şeklinin en eski örneklerini sunmaktadırlar. Halkın hafızası kendi törenlerinin, gelenek-göreneklerinin ve inanışlarının birçoğunu günümüze kadar sürdüre gelmiş, yeni kuşağa emanet etmiştir. En önemlisi de, bir epik destanın sadece bir milletin değil, belki de bir halk, bir ulus olarak oluşan birçok boyun tarihi ve edebi varlığını aksettirmesidir. Bu açıdan Tatar halkının yüzyıl­lardır süregelen sosyal ve kültürel hayatını, dünyayı görüşünü, inancını tüm Türk dünyasına ortak olan motifler vasıtasıyla yansıtan “İdegey” destanı da Tatar halkının umutlarını, yaşam tarzını, törenler ve örf-âdetlerini tasvir etmekle, baş­ka birçok Türk boyunun devlet yöneltme düzenine ve gelenek-göreneklerine de önemli yer vermektedir.

“İdegey” destanı birçok Türk boyu İçin ortak olan epik eserlerden biridir. Çünkü destandaki vaka-olaylarm yer aldığı Altın Urda Devleti (1241—1502) farklı Türk boylarını kendi bünyesine toplayan bir devletti. Bu devletin sınırlan içinde Kıpçaklar, Kim ekler, Bolgar Tatarları, Hazarlar, Moğollar ve Slavlar da yaşıyordu. Bu yüzden, “İdegey” destanında yer alan yaşam tarzı ve gelenek- görenekler bu halkların da izlerini mutlaka taşıyorlardır. Ayrıca, birçok Türk boyu destanın teşekkül ettiği XIV-XVL yüzyıllarda bir birleriyle çok sıkı bağlar ve tarihi-medeni alışveriş İçinde olmuştur. Doğal olarak, destandaki tören, örf- âdet ve inanışlarla ilgili ayrıntılı bilgileri verirken, istenilen sonuçları yanı sıra başka Türk boylarının, ayrıca Kıpçak Türkleri olarak adlandırılan Nogay, Kırgız, Kazak, Karakalpak ve Başkurt Türklerinin de gelenek-göreneklerinde ve inanış­larında bulduk. Çünkü Valeeva-Suleymanova’nın da belirttiği gibi, “Yarı göçebe, yarı şehir hayatım sürdüren Kıpçakların medeniyeti Altın Urda devleti medeni­yetinin ayrılmaz bir parçasıdır”[3]. Tatar halk destanı “İdegey”, kardeş Türk halk­larını birleştiren, yakınlaştıran ve onların ayrılmaz bir parçasına dönüşen bir destandır.

Tahta geçen Altın Urda hâkimlerinin, hem de ne kadar yerli halk içinde eri­tilmiş olsalar da Cengiz soyundan olarak Moğollara has birçok örf-âdete sadık kalmaları konusunda şüphemiz yoktur. Bu yüzden bizim araştırmada Türk boy­larının tarihi geçmişini söz konusu alan âlimlerin hizmederi İle aynı sırada Mo­ğolların eski dinini araştıran bilim adamlarının hizmederi de önemli yer almak­tadır. Fakat “İdegey” destanını araştırmak İçin sadece Moğol ve tüm Türk boy­larının hayat tarzını ve örf-âdederinİ bilmek de yetersiz kalabilir. Bu halklar yer­leşmeden önce bu topraklara sahip olan İskiderin, Hunlar’m ve bütün eski me- deniyederin yaşam tarzı, töre ve inançlarından da bilgimiz mudak olmalıdır, çünkü “idegey” destanında olaylar çok geniş bir coğrafyada gelişmektedir: İdil- Ural, Orta Asya, Kuzey Kafkasya, Kırım…

“İdegey”, mitolojik unsurlar daha az bulunan ve realizme yakın bir destan sayılmasına rağmen, eserde Şamanizm devri ile ilgili inanç ve örf-âdedere sık rastkyoruz. Bu doğal da, çünkü destanlar bize, bir halkın, tarihin farldı dönemle­rinde çeşitli dinlerden ne kadar etkilendiğini görebilme imkânı sağlamaktadırlar. Tatar Türklerinin dünyayı görüşlerine ve hayat felsefesine İslam dinini kabul etmelerinden önce en büyük etki yapan devir Şamanizm devri olmuştur. İslam dini Şamanizm ile ilgili harekederi (fal açma, beddua etme v.b.) ve inançları yasaklamasına rağmen, insanlar tarafından eski devirlerde oluşan görüşler unu­tulmamış ve onların çoğu bugün de aklımızdadır. Belki de bu nedenle, “İdegey” destanı İslam dininin devlet düzenine ve halkın aklına iyi bir şekilde yerleştiği dönemde ortaya çıkmış bir eser olmasına rağmen, kahramanlar “Allah” ve “Tanrı” kelimelerini yan yana kullanmaktan bir türlü vazgeçemiyorlar. Bunu anlamak zor değil: eski Türk-Moğol halklarının inançlarını yansıtan şamanizm dini, insanları doğaya sıkı bağlayan ve insan hayatında önemli yer alan doğaüstü güçlere inanma imkânı sunan bir din olmuştur. Fakat sonraki dönemlerde alim Abdulkadir İnan’ın tespitine göre, “Türkler ve Moğollar bile başka dinlerin tesi­rine maruz kalıp, orman şamanizmi’nden az çok uzaklaşmışlardı. Bununla bera­ber Moğol istilâsı Orta Asya ve Volga havzası Müslümanlarmda, ölmek üzere bulunan, Şamanizm kalıntılarının tekrar canlanmasına sebep olmuştur”[4]. Bu yüzden de Moğol istilâsından sonra yazılan kaynaklarda Şamanizm’e dair bilgi daha çoktur. Bu açıdan, Altın Urda devletinin tarihini yansıtan “İdegey” desta­nında şamanizm izlerine rastlamamız son derece doğaldır. Yani, B. ÖgePin be­lirttiği gibi “Manas” destanı kahramanlarının yaptıkları törenler nasıl bir parça İslam tesiriyle kanşık şamanlık törenleri olarak İzlenmekteyse”[5], aynısını “İdegey” destanındaki törenler hakkında da söyleyebiliriz.

Törenler, örf-âdetler, inanışlar tüm halklara, tüm milledere has bir görü­nümdür ki, biz onları izleyerek bir milletin, bir halkın geçmişteki tarihini, iç dünyasını, zihniyetini tanımayı öğreniyoruz. Bİr devlet sınırları içinde yaşayan ve komşu devlederde hayat sürdüren milleder tabi kİ birbirlerini etkilemişlerdir. Gelenek-gÖreneklerle yan yana gelen inançlar, sınamalar, fal bakmalar da halkın tarihi, kültürü, özü, milli varlığıdır. Bugün de birçok Türk boyu için ortak olan tören, âdet, gelenek ve İnançların “İdegey” destanında bir araya gelmesi büyük Türk dünyasının tarihi birlik ve bütünlüğünün daha bir göstergesidir. “İdegey” destanı kardeş Türk halklarını birleştiren, yakınlaştıran ve onların ayrılmaz bir parçasına dönüşen bir destandır.

Özellikle, “İdegey” destanında Kazan Tatarları için (erken dönemlerde yer­leşik hayata geçme, İslam dinini erken kabul etme ve asırlarca Rus kültürü etkisi altında kalma sonucu olarak) artık pek anlaşılmayan tören, örf-âdet ve İnançlann çoğunun başka Türk boylarının günlük hayatında, ayrıca Tataristan sınırları dışında yaşayan Tatarlarda ve Kıpçak Türklerinde bugüne kadar korunması bize İlginç bir araştırma yapmak için inanılmaz derecede zengin bir temel oluşturdu.

“İdegey” destanını Türkiye Türkçe si’ne çeviren ve Türk okuruna bu des­tanla ilgili ilkel bilgileri sunan Rüstem Sulü haldi, “bu destanın bütün Türk folk­lor destan geleneği çerçevesi içinde İlmî olarak araştırılması için en önemli şart­lardan biri, “İdegey” destanının konu ve yüksek sanat değeri açısından değerli, diğer halklarda mevcut olabilen varyandarını yayınlamak ve her versiyonu tek tek incelemek, tahlil etmek ve yorumlamaktır”. Fakat zaman açısından, bir de bu tür araştırmalara artık bir zemin atılsın niyeti ile biz bu araştırmamızı, elimiz­de olan ve Tataristan’da ve Türkiye’de şimdilik Naki Isanbet tarafından baskıya hazırlanıp kitap olarak âlimlere ve okurlara sunulan metni üzerinde yaptık. Bu araştırmanın devamı olarak başka bilim adamları tarafından artık başka Türk boylarındaki varyandarı kıyaslayarak yapılan araştırmalar da ortaya çıkar umu­duyla kalıyoruz.

Destanda Yer Alan Geçiş Dönemleri

Geçiş dönemleri Tatar Türklerinde de üç safhadan oluşmaktadır:
1. Çocuğun doğması ile ilgili âdeder
2. Düğün ile İlgili âdeder
3. Cenaze ile ilgili âdetier.
Her geçişin çevresinde insana değer vermek ve onu bazı tehlikelerden korumak amacıyla çeşitli törenler, gelenek-gÖrenekler ve İnançlar teşekkül etmiştir. Böyle- sine Türk destanlarının çoğunda önemli yere sahip olan doğum, ad verme, ev­lenme, yas ve defin törenlerinin İslam’dan önceki devrin izlerini taşıması da ortaya çıkmaktadır.

“İdegey” destanında geçiş dönemleri safhalarının üçüne de rastlamaktayız. Araştırma süresinde çok eski örf-adetierin tarihini de açıklamaya çalıştık.

Doğum île îlgili Adetler

Bir aile İçinde İlk çocuğun dünyaya gelmesi çok heyecan, sevinç ve onur verici olaydır. “İdegey” destanında da kahramanların baba olma sevinci, coşkusu dola­yısıyla açılmış durumdadır.

Destanda Toktamış han’ın ve İdegey’in aynı zamanda çocukları doğuyor. Fark şu kİ, Toktamış han’m ikiz kızları, İdegey’İn ise oğlu dünyaya geliyor. Her iki taraf da bu sevinç nedeniyle toy düzenliyor. Yenike ikiz kızlan doğurduğunda,

Toktamış gibi ulu han Analıklar aldmp,

Kürek kemiğini baktırdı.

Han hazneyi açtırdı,

Kürekle altın saçtırdı.

Bütün bam toplattı,

Bütün beyi toplattı,

Doğurmamış kısraklar kestirdi,

Otu^gün oyun yaptırdı,

Kırk gün toyunu yaptırdı;

Ulu kı^ı aya denk,

Adını koyup Haneke,

Küçük kı%ı güne denk,

Adını koyup Köneke,

Gönlünü o paman dindirdi. (745).

Idegey ise oğlu doğduğunda,

Atabeyler aldırıp,

Kürek kemiğini baktırdı.

Altından oluk oydurdu,

Gümüşten lazımlık döktürdü,

Kenarını kır kamışından yaptırdı;

Kar kamışı sert olur diye,

Altınla değiştirdi.

Doğurmamış kısrakları kestirdi,

Toktamış’m sayısı^ kulunun Ne parsa toplattı.

Kendisine bir hayır dua etsin diye Büyük bir toy yaptırdı,

Han yanında doğdu dîye,

Adım Noradm koydurdu. (770).

Çocuk doğunca böyle büyük bir ziyafet, toy verme geleneğine Tatar Türkle­rinin “Kuzı Körpe” adlı destanında da rastlıyoruz. Söz başında, çocuğun doğu­mundan sonra bir toy düzenlemenin baba sağ ise baba, baba sağ değilse çocuğa akraba olarak en yakın bir başka şahıs tarafından (genelde, erkek akraba) mutla­ka yerine getirilmesi lâzım olan bir görev olduğunu söylemek gerekir.

Önce her iki tarafta yapılan toy’a has olan ortak harekederi bildirelim ve on­larla ilgili ayrıntılı bilgiler vermeye çalışalım.

1.      Analıklar (Atabeyler) aldırarak kürek kemiğini baktırmak

Kız çocuk doğunca analıklar (yaşlı kadınlar), erkek çocuk doğunca da atabeyler (yaşlı erkekler) çağırılmıştır. Burada anlaşılmayan bir şey yok gibi. Kürek kemi­ğini baktırma geleneğine gelince, bu gelenek “İdegey” destanı ile ilgili olan tek bir araştırmada bile şimdiye kadar söz konusu olmamıştır. Bu tür fal ile ilgili ayrıntılı bilgileri biz Abdulkadir İnan ve Jean-Paul Roux’un hizmetlerinde bul­duk.

Türkler eskiden Şamanizm ile ilgili bilgileri bir araya toplayan bir kitabın olmasına, ama onu bir keçinin yediğine ve içindeki bütün bilgilerin de keçinin kürek kemiğine aktarıldığına inanmışlardır. Bu yüzden kürek kemiğine bakarak insanın geçmişi ve geleceği ile ilgili bilgilere sahip olabileceklerini ummuşlardır. Bu tür kehanet yöntemi bazı değişikliklere uğramış olsa da, Türk boyları arasın­da asırlarca tercih edilmiştir. Jean-Paul Roux’un fikrine göre, kürek kemiğinin okunması yolu ile kehanette bulunmak (Yunanca “omoplatoskopi”, Lâtince “Skapulimantia”) Türk-Moğol kehanet yöntemlerinin en eskisi ve sürekli uygu­lanmış olanıdır. Bu yöntem sadece Asya halklarına değil, Yunan çobanlarına da belli bir yöntemdir. Kürek kemiğine bakma düzeni şöyledir: “Genel kural ola­rak, koyunun ve daha ender olarak keçi veya onlar yerine herhangi bir hayvanın kürek kemiği kullanılır; örneğin koyun yetiştiremeyecek kadar kuzey bölgelerde yaşayan Yakutlarda, geyiğin kürek kemiği kullanılmaktadır. Hayvanın yakın za­manda öldürülmüş olması, kemiğinin üzerindeki etin özenle kazınması, dişlerle dokunmadan “çıplak hale konmuş” olması gerekir. Kemiğin, hakkında danışılan şeyin düşünülmesi sırasında alevle kavrulması lâzımdır”. Alim bu tür kehanetin hayvan bedeninin içerdiği güçle İlgili olan, oldukça gelişmiş ve özümlenmiş bir düşünce tarzından kaynaklandığı hakkında söylüyor. Bu tür fal Atilla devrinde de, Hitanlarda da yapılırmış. Mahmut Kaşgarî (XI) ve Rubruk (XIII) eserlerinde de kürek kemiği falından bahsediliyor. Rubruk’dan kısa bir müddet sonra, Reşideddin “Argun’un hastalığı konusunda danışılan Şamanların, kendi bilimle­rinin kurallarına göre bir kürek kemiğini incelediklerini” açıkça söylemektedir. Kürek kemiği yolu ile kehanetin Moğolca’da ismi “dallacı”, Türkçe’de de “yagrıncı”dır. Daha sonraki dönemlerde kürek kemiği yöntemine Timurlenk’in ordusunda (İbni Arapşah yazmasından belli), Safeviler döneminde İran’da ve “Orta Asya’daki yaşamlarının bir anısı olarak” onu muhafaza eden Mısır Mem­lûklarında rastlanmaktadır. 1771 yılında Kazaklar arasında seyahat eden bir Rus subayı kürek kemiği falının varlığına işaret etmektedir. Kırgız halkına ait olan inanışlar sisteminde de kürek kemiği yöntemi ile kehanet etme âdeti yer almıştır. Meselâ, “Manas” destanında Manas’ın arkadaşlarından biti tölgöçü (fal açan) Kara Tölek’dir, başka biri de “yağrına” (kürek kemiği ile fal açan) Kara Badİş’tir. Abdulkadir İnan’ın tespitine göre, Anadolu’nun bazı yörelerinde kürek kemiği fak geçen asrın 60’lı yıllarına kadar malûm olmuştur[9].

“İdegey” destanında da Toktamış han ile İdegey düşünceli bir baba olarak çocuklarının geleceğini merak edip kürek kemiği falına baktırıyorlar. Gelecekten bir mesaj alma isteği insanlara her devirde özgü olan bir meraktır. Ayrıca, kürek kemiği fakna bakma geleneği Tatarlarda da yaygın olmuştur. Meselâ, bu fal sıra­

sında alevle kavrulan kürek kemiğinin üst tarafı boya yarıldığında işin (yolun, niyetin, aş lan) iyi, ene yarıldığında ise kötüye gideceğine inanmışlar. Tatar Mifları (1996: 267, 269) adlı kitaba toplanan bilgiye göre kürek kemiği üzerinde bezelyeler serperek açılan bir fal türü de olmuş, ama onun anlamı arık tam çıka­rılmıyor[10]. Destanda “san söyegen baqtırdı” deniliyor (“San söyege” gövde kemiğidir). Bu falı, “kalaq söyege belenyurau” diye de adlandırmışlar. “Kalacf’ kelimesinin bir anlamı Tatar Türkçesi’nde “kürek şeklinde” olarak verilmektedir ki, söz kürek kemiği hakkında olduğu şüphesizdir. Fala bakana da “yaımnnçı” demişler (ya\vrın — sırt, kalaq kemiği, kürek kemiği anlamında).

“İdegey” destanında Şamanizm’in başlıca unsurlanndan biri olan fal bakma âdetine ayrıca sık rastlıyoruz. Meselâ, Toktamış han İdegey’in kim olduğunu öğrenmek için Subra Yıraw’ı çağırır. Sonra da Alp Kara Tiyen İdegey’e kendisini kim öldüreceğini, mezarı nerede olacağım öğrenmek için fal açtırdığından bah­seder:

Medarım nerede, bilmedim.

Ölümüm kimden, bilmedim.

Bakıcıdan bakımı baktırdım,

Falcıdan falımı açtırdım,

Bilgiçten büyümü sınattım,

O %aman bildim bu işi:

Beni öldüren er olsan,

O sen imişsin, îdegey! (2740-2745).

Ayrıca, fal açma geleneğine sadece “İdegey” destanında değil, başka Tatar destanlarında da rastlamaktayız (Meselâ “Kadış Mergen” destanında).

2.     Altm (sikke) saçtırma

Gelen konukların üstüne altın veya gümüş sikke saçma geleneği (saçı) da çok eski devirlerden beri belli olan ve tüm Türk boyları için ortak bir gelenektir. İbn Fazlan, İdil nehri boyundaki Bolgar devletini ziyaret etmesini konu eden seya­hatnamesinde de “Bolgar padişahı bizi selamlamaya çıktığında kolunda sikkeler vardı, onları üzerimize saçtı”[11] diye yazıyor. Sikke, bazı âlimlerin fikrine göre, çok eski devirlerde Tanrı’ya tapmanın bir simgesi olmuştur. Hele gümüş sikke. Çün­kü gümüş rengi gök rengini hatırlatıyor. Sultangareyeva’nın da belirttiği gibi, yıldızı andıran gümüş sikke eski çağ medeniyetinde Gök Tanrı ile bağlantıyı bildirmiştir[12]. Bu yüzden de sikke saçma âdeti tüm bayramlara da geçmiştir. Bu gelenek, her şeyden önce selâm verme, hoşgörü ve ilâhİ zatlardan merhamet umma manasına geliyorsa, İkinciden, varlıklı hayatın göstergesi (veya onu iste­mesi) de olmuştur. Meselâ, Şah Timur: kızını kurtarıp elinden tutup babası evine getiren İdegey’in yanına gelince:

Eleklep altın saçtırdı,

KMreklep gümüş saçtırdı.

deniliyor. “Kara ICükel’ adlı başka bir destanda da Kuçkar Alp evine dö­nünce babası sevinçten ve bol hayat isteği ile onun başına “inci-mercan” saçar.[13]

“İdegey” destanında gümüş ve altın sikkeleri Toktamış han sevinçten ve devletin varlığını gösterme amacıyla saçıyor. Belki burada demir kültünü, demi­rin kötü ruhları yok etme niteliği üzerine oluşan inançların olmasını da aklımız­da bulundurmalıyız. Çünkü eskiden Tatarlarda gümüş sikke ev yaparken temele konulur, düğün sırasında da gelin ile damadın üzerine ve ayak altına atılırmış. Bu harekedn birçok Türk boylan, German kabileleri ve Slavlar için ortak olduğunu da söyleyebiliriz. Hatta Eski Yunan’da bile bu âdete rastlıyoruz. Belki bugün de Tatarlar arasında öğrencilerin sınava girmeden önce ayakkabı İçine topuk altına demir para koymaları kötü ruhlardan korunma isteğini belirten eski çağlardan gelen inancın bir uzantısıdır? Çünkü Sultaııgareyeva’nrn da belirttiği gibi, eski­den kadim insanlar aynı niyet ile sikkeyi gelen misafirin ayakkabısının topuğu altına koyarlarmış (kötülüğün insanın topuğunda yaşadığına inanmışlardır)[14].

3.     Doğurmamış kısraklar keserek toy yapmak

Destanda çocuk doğunca doğurmamış kısraklar kesiliyor. Kurban geleneği, Gök Tanrı İnanç Sisteminde olduğu gibi bütün dinlerde vardır. Kuran-ı Kerim’de Allah “Biz her ümmet İçİn bir kurban ibadeti koyduk../5 (Hac: 34) diye buyur­maktadır. Meselâ, İskiderde genelde at veya koyun kurban edilirdi. Göktürkler de, Turan’ın da belirttiği gibî, beşinci ayda millî ve dinî bayramlarım yaparken, Tanrı’ya çok miktarda koyun ve at kurban ederlerdi. Moğollarda ve Eski Türk- lerde genelde kurban olarak at seçilmiştir.[15] Bu hakta Herodot ve Strabon yaz­malarında da okuyabiliyoruz. Roux’un tespitine göre, kurbanlık hayvanın beyaz, sarı, sağlıklı, güzel ve en önemlisi kullanılmamış olmasına özen gösterilmiştir[16]. Ayrıca, beyaz renk Moğolların en çok sevdiği ve saygı gösterdiği renk olmuştur. Beyaz renk tüm dinlerde ve halklarda temizliği, İyiliği, saflığı sembolize eden renk olarak kabul edildiği de bellidir. A.İnan, alnında beyaz bulunan genç kısra­ğın Tanrı’nın beğendiği ve ruhların hoşuna giden hayvanlar olduğunu belirtmek­tedir.[17] “Manas” destamnda da Manas doğduğunda babası ak boz kısrak kes­mektedir.

“İdegey” destanında yer alan ve Tatar Türkçesi’nde “tu biyeleı*’ olarak söy­lenilen deyimde “tu7 kelimesi “doğurmamış” manasına gelmektedir. Doğurma­mış, kullanılmamış ve temiz anlamına da gelir. Ayrıca, doğurmayan kısrak genç olduğuna göre, onun eti de körpe ve lezzetli olur. Destanda Şah Timur da, kızı Ak Bilek’in İdegey tarafından kurtarıldığı nedeniyle “doğurmamış kısraklar” keserek büyük bir toy düzenliyor.

Gelen misafirlere aş verme geleneği de kölderi ile çok eski dönemlere uzanmaktadır, Ibn Fazlan seyahatnamesinde, Bolgar Padişahının konukları kendi kubbesine çağırıp aş verdiği hakkında yazmaktadır.[18] Tatarlarda, böylesine büyük toy ve ziyafet verme geleneği Bolgar devleti döneminden bugüne kadar devam ede gelen bir gelenektir. XX. asır başında Bolgar Tatarları’mn bu âdeti Ayaz İshakî tarafından “200 Yıldan Sonra İnkıraz” adlı eserinde hatta eleştiri konusu da olmuştur. Fakat Naciye Yıldız’ın da belirttiği gibi, çocuk doğduğunda baba tarafından ak-boz renginde olan doğurmamış kısrakların kesilmesi ve ziya­fet verilmesi uğur getirmesi için yapılan geleneklerin biri olarak kabul edilmeli­dir.[19] Ayrıca, Abdulkadir İnan’a göre, Türklerde kurban kesme ve saçı yapma geleneği Tanrı’yı memnun etmek, onun rızasını kazanmak, yardımım sağlamak, isteklerini ona kabul ettirmek için yapılırdı.[20]

Destanda Toktamış han ile onun hizmetinde bulunan emiri İdegey tarafın­dan yapıldığı düğünlerde her İkisinin derecesi İle bağlı farklılıklar da yer almak­tadır. İkiz kızları doğan Toktamış han,

Bütün hanı toplattı,

Bütün beyi toplattı,

Otu^gün oyun yaptırdı,

Kırk gün toyunu yaptırdı (750).

Böyle bir düğünü destanda ancak daha bir kişi yaptırabilir: hükümdar olan Şah Timur. İdegey, Akbilek’i kurtarıp babasına getirdiğinde,

Şah Timur sayısı^ kulunun

Vannıyokunu toplattı,

Doğurmamış kuraklar kestirdi,

Otu^gün oyun kıldırdı,

Kırk gün toyunu kıldırdı (2975).

“Altain Sain Süme” destanında da han kızım evlendirdiği zaman otuz gün oyun kıldırır, kırk gün düğün yapar.

İdegey ise oğlu Noradın doğduğunda yaptığı düğünü aklına getirip böyle

der:

Sen doğunca, Noradın,

Doğurmamış kısraklar kestirdim;

Altı gün aş verip,

Alimleri doyurdum,

Yedi gün aş verip,

Yetimleri doyurdum (5370).

Gördüğümüz gibi, İdegey kendi haline göre beşik düğünü düzenliyor ve en önemlisi, oğlu doğduğunda âlimleri toplamayı ve yetimleri sevindirmeyi de unutmuyor. Bunlar, İdegey’in kişiliğine özgü güzel sıfatlardır. Benzer olay “Ma­nas” destanında da var: Manas’ın babası da oğlu doğduğunda

Centek’e seki% kısrak kesmiş,

Doymayanı doyurmuş,

besili hayvanlan kesilmiş,

Aç olanı doyurmuş,[21]

Halka hizmet, Türk destanlarında övünç kaynağı olarak da ortaya çıkmak­tadır. Kahramanın bu gibi cömertliğine “Oğuz Destanı”nda ve “Dedem Kor­kut’’ta da rastlıyoruz.

4.       Ad verme

Türkler arasında ad verme etrafında oluşan pratik ve uygulamalar, Eski Türk dininden günümüze kadar gelen önemli geleneklerin biridir. Türk destanlarında kahramana ismi genelde bîr İhtiyar aksakal (Hızır) verir. “İdegey” destanında da ad verme merasimi özel yer almıştır. Fakat burada çocuğa isim babası tarafından seçilir ve konulur. Meselâ, Toktamış han,

Ulu kı%ı aya denk,

Adını koyup Haneke,

Küçük kı^güne denk,

Adım koyup Köneke,

Gönlünü o şamarı dindirdi (755).

İdegey de oğluna,

Han yanında doğdu diye,

Adını Noradın koydurdu (780).

Eski bir törene göre, çocuğa adını babasının vermesi gerekiyordu. Meselâ, “Altain Sain Süme” adlı destanda da kahramanın annesi çocuğa ad verme göre­vini eşine, yani kahramanın babasına bırakır.[22] Altay destanı “Maaday Kara”da Altın Targa çocuğuna İsim vermek için, avlanmaya giden kocasını bekler:

“… Oğluna bir ad koymadı,

Babasının gelmesini bekliyorlar” dediler.[23]

İsmi çocuğa en kutsal dileklerde bulunarak, büyük umutlar bağlayarak vermişler. İsmi, çocuğun geleceğini düşünerek, özel bir mana arayarak seçmişler. Çok eski çağlarda insanlar, dil ortaya çıkması ile beraber tüm canlı ve cansız nesnelere onlara denk gelecek, onların özelliğini açıverecek isimler bulmaya çalışmışlardır. İnsana verildiği ismin büyülü bir anlama sahip olduğuna da her zaman inanılmıştır. Akmataliyev’in tespitine göre, eski Hint kaynaklarında, “Ad, insanların hayatındaki en önemli hususlardandır. O insanın kaderini belirlemiş­tir. Adıyla insan şöhret kazanmıştır. Dolayısıyla ad koyma merasimi en yüksek derecede övgüye layıktır” diye belirtilmektedir.[24]

Genelde, yeni doğan çocuğu aya, güne (güneşe), nura, yıldıza benzetmiş­lerdir. “İdegey” destanında yer alan isimlerin hepsi Eski Türk isimleri dersek yanılmayız: Kutlukaya, Cantimir, Kobogıl, İdegey, Tuktamış, Orman, Subra, Kara Tiyen, Timur; Noradın, Aytuk, Akbilek, Yenike, Haneke, Köneke, Canbay. Hatta Arap­ça’dan gelen Kadir ismine bile Türk kelimesi “verdi” yüklenmiştir.

5.                    Kaçan düşmanı kovdurmak.

Oğlan çocuk doğması sebepli, onu gelecekte kahraman, savaşçı olarak görmek isteyen İdegey,

Yürekli, cesur olsun diye,

Kaçan düşmanı kovdurdu,

Savaşta cengâver olsun diye,

Savaşa kendisiyle götürdü.

Gönlünü o şamarı dindirdi (790-795).

Savaşçı, mert bir millet olarak bilinen Türkler için oğlan çocuğun doğması kadar, onun cesur ve cengâver olup yetişmesi de önemli idi. Toplumun gerçek bir üyesi ve yetişkin bir delikanlı olmak İçin oğlan çocuğu savaşlarda geçen haya­tın bütün zorluklarına katlanma, amansız bir şekilde savaşma ve vatana elinde ganimetlerle dönme gibi kahramanlıklar göstermeliydi.[25]

6.                    Beşik hasırlama ve kundaklama

Oğlu doğduğunda ne kadar sevindiğini, çocuğa ne derecede değer verdiğini İdegey’İn beşik hazırlama ve oğlunu kundaklama sırasında da görebiliriz. Çocu­ğu beşiğe yatırma, çocuğun hayatında yer alan en önemli olayların biridir. Birçok bilim adamı tarafından beşik, dünyadaki bütün canlı yaratıkların korunduğu Doğa rahmine benzetilir ve o, Nuh Peygamber gemisinin küçük bir modeli sayılmaktadır.

Destanda İdegey’in beşik hazırlaması üzerinde duralım:

Altından oluk oydurdu,

Gümüşten lazımlık döktürdü,

Kenarım kır kamışından yaptırdı;

Kar kamışı sert olur diye,

Altınla değiştirdi (770—775).

Çocuğun beşiğe konulması özel bir bayram sayılmıştır. Meselâ Muratoğlu ve Kalafatın da belirttikleri gibi, Özbek-Türk mitolojisinde Beşik Toyu kutsal kabul edilir, o gün bebeğin mutlu ve mutsuz günleri için hayır duası yapılır.[26]

Destanda ilginç bir detay var: beşik ayaklı olarak yapılıyor. Kazan Tatarları genelde beşiği söğüt ağacından örerler ve tavana asarlar. Ama Altın Urda devle­tinde yaşayan birçok Türk boyunun ve sonraki devirde Tatarlar olarak adlandırı­lacak bir etnik grubu ortaya çıkaran boyların göçebe hayata alışkın olduklarını ve evlerde değil, çadırlarda yaşadıklarını aklımızda bulundurursak, onların çocuk beşiğini de ayaklı şekilde yapmaları şaşırtmaz. Meselâ, destanda Kutlukaya bey’in de evi çıngıraklı çadır olmuştur.

İdegey’in oğlu için ayaklı beşik yaptırmasına “töbek5 (lazımlık) ve “çümek” (oluk) kelimeleri işaret etmektedir. Kazan Tatarlarında bu tür beşiğe rastlamıyo- ruz. Fakat Bolgar ve Altın Urda devleti dönemlerinde bu tür beşik sık kullanıl­mıştır. “Töbek” ve “Çümek” kelimelerinin anlamını biz Kazak ve Kırgız Halk edebiyatında bulduk. “Töbek”, çocuğu beşiğe yatırınca pisliğinin etrafa dağıtıl­maması için konulan kaptır. “Çümek” ise, çocuğun küçük taharetinin sızmadan töbeğe geçmesi için büyük koyunun aşık kemiğinden yapılan bîr boru, oluktur. Bu borunun uzunluğu yaklaşık 10-12 cm. olur. Akçin’in de belirttiği gibi, Töbeğin içindeki kül çocuk her pislettiğinde temizlenir ve bu yüzden beşikte hiçbir za­man kötü koku olmazmış.[27] Nice asırlar göçebe hayat sürdüren Kazaklar ve Kırgızlarda bu tür beşiğe bugün de rastlayabiliriz. Ayrıca, Türkiye Türklerine de bu tür beşik tanıştır.

Şimdi de İdegey’in oğlunu kundaklama olayına gelelim:

Oğul doğunca Idegey Simli kundağa sardırdı,

Simli kundak sert olur diye,

Altınlı-simli ipek kumaş döşetti,

O kumaş da sert olur diye Sansar kürküne sardırdı (785).

İdegey yeni doğan oğlunu sansar kürküne sarıyor. Çocuğun sansar kürküne sarılmasını bu kürkün sıcak tutması ve yumuşak olması ile anlatabilirim (İdegey kendisi de bu hakta söylüyor). Meselâ, Maaday Kara da kendi oğlunun beşiğine

Susamurlannın sağlamını

Katlayıp yastıkyaptı,

Samurların en makbulünü

Yayıp döşedi

Fakat “İdegey” destanının “Toktamış Han” adlı başka bir varyantında İdegey:

Susarım soğuk olur diye Gök sincaba sardırdım.

demektedir ki, oğlu için sansardan daha yumuşak bir kürk aramakta oldu­ğunu görebiliriz.

Kırgız halk edebiyatında bugüne kadar korunup gelen bir koşukta da anne kızını evlendirirken böyle söyler:

Yatağımı döşerdi,

İğneme ip geçirirdi\

Cuma günü doğunnuştum,

Can kı^ım, kürke sarmıştım,

Kuşkusuz, avcılık ile hayat sürdüren Türklerkı günlük hayatında ve geçiş dönemlerinde kürk özel bir yer tutmaktadır. Karakuzova v.b’in de belırtdkleri gibi, Güney Sibirya Türkleri çocuğu İnce İşlenmiş hayvan kürküne sararlarmış ki, bu da çocuğun hâlâ öbür, aşağı düzenli dünyaya ait olduğunu bildirirmiş.[31] Busıygin v.b. İdil nehri boyuna Kazan şehri civarına yerleşen Ruslarda da XIX. asır sonunda yeni doğan çocuğu eve ilk sefer getirdiklerinde gelecekte zengin olsun dileği ile beşiğe yatırmadan önce kürk üzerine yatırdıklarından bahsetmek­tedirler.

Burada tabi ki önemli olan, bir çocuğun doğmasının muduluk verici büyük bir olay olmasıdır; İdegey oğlunu önce simli kundağa sardırıyor, sonra simli kundak sert olur diye, altınlı simli Çin ipeğine sarıyor, fakat o da sert olur dîye en yumuşak, en kıymetli sansar kürküne sardırıyor.

Çin kaynakları, daha M.Ö. II. yüzyılda Hunlarm ölülerini koydukları tabut­ların altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örtüldüğünü bildiriyorlar.

İlginç, demek aynı değer insanoğluna doğumundan sonra ancak öldüğünde veriliyor.

Düğün İle İlgili Adetler

Aile kurma ve aileyi koruma, kahramanlık destanlannda şekillenmiş birçok baş­lıca konulardan biridir. Destanda ilk kez düğünden İdegey’in evlenmesi ile ilgili bahsedilir:

Aytuh %arif kı% imiş,

Toyundan toyunu kıldırıp

Sevmek için onu aldı (705—710)

İkinci kez düğün kelimesi, İdegey Şah Timur’un kızı Akbilek’i Kara Tiyin Alp’tan kurtardıktan sonra dile alınır: Şah Timur, kızı Akbilek’i İdegey ile evlen­dirir. Her iki olay içinde de düğün ile ilgili geleneklerden bahsedilmez. Fakat İdegey’in İdil-Yurt adına söylediği

“Ey, İdil-Yurt, İdil-Yurt,

Idil içi emin yurt,

Babamın güvey olduğu yurt,

Eğilip ta^im kıldığı yurt,

Anamın gelin olduğu yurt,

Eğilip selam verdiği yurt… “(3545—3550)

Sözleri ve Toktamış han’m sarayım terk ettiği zaman dönüp

Küçük canım Yenike’nin

Gelin olup geldiği yurt,

Dibini çöküp kâse aldığı yurt,

Eğilip selam verdiği yurt,

Gü^el doğan %arifi

Hatun edip aldığım yurt,

Ak duvağın örtüldüğüyurt…(4A05-A4\5)

diye söylemesi bizi evlenme merasimi ile ilgili örf-âdedere yönlendirmekte­dirler.

7- Eğilip tazim kılmak

Düğünün en önemli özelliği de, kızın güvey evine gelmesidir. Bu olayla ilgili olarak her şeyden önce, ailenin ve hayatın sürdüğünü gösteren bir delil niteliğine sahip olan “aile ocağı” düşüncesi ortaya çıkıyor. Yukanda söylediğimiz gibi, destanlar bize Türk yaşayış ve düşünüşünün en eski, en orijinal şeklini yansıtırlar ve kültür tarihimiz açısından büyük önem taşırlar. Ayva’mn da belirttiği gibi, Evin merkezinde bulunan ocak, aile sembolü olmuş ve Türkler için kutsal sa­yılmıştır. Çünkü Türklerde evlilik, sönmez bir ocak kurmak ya da ateş yakmak şeklinde ifade edilmiştir. Bu yüzden evlenme ile alâkalı olan birçok tören ve gelenek de ateş kültünden varolan inanışlar temelinde yerine getirilirler.

Aile ocağı kültü destanlarda da önemli yer almaktadır. Meselâ, Altay Türk­lerinin kahramanlık destanlarında Alıp Manas evlenip aile kurduğunu şöyle ifade etmektedir:

Al Kağan vardı Onun erkek yüzü görmeyen Erkek eli değmeyen Erke-Karakfi diye kızı vardır.

Ateşim onunla birlikte yanmış}7*

Türklerde ocağın sahibi erkektir. Fakat ocağa bakan, onu besleyen kadın­dır. Fazlası da var; çocuk doğurup nesli devam eden ve böylesine ocağın tüt­mesini sağlayan da kadındır. Meselâ, Tatar Türklerinde XX asrın ikinci yarısına kadar kerpiçten yapılan ocağı yaparken temele İlk kerpici ihtiyar bir adama attı­rırlardı. Ama bu ocağın temelini kızlar attığı zaman, o evin sıcak olacağına inanı­lırdı. Karadavut-Aksoy’un da belirttiği gibi, Kırgız Türklerine ait bir geleneğe göre ise Isık Göl civarındaki köylerde, yanan ateşi korumak, onun sönmesine mani olmak gelinin görevidir

Nikâhtan sonra eve gelen gelinin yaptığı ilk iş ocağa saygısını göstermek olmuştur. Abdulkadir İnan, kadınların aile ocağına saygı göstermeleri konusun­da şunları söyler: £tYeni gelen gelinlerin ata çadırının ocağındaki ateşe selâm verdiklerini ben çok gördüm. Buna Kazaklar “tecim” derler kİ, galiba, Arapça “tazim” kelimesinin bozuntusu olsa gerek”. Bu gelenek “Manas” destanına da yansımıştır: Ak Saykal-Hatun, nikâhı kıyıldıktan sonra aile ocağına selâm verir. Ögel’in de belirttiği gibî, Altay Türkleri arasında İse nişanlı kızlar dahi “zaman zaman nişanlılarının evlerine geldikçe, yere kadar eğilip, ocağa saygı gösterirler­di. Buna karşılık da “Ocağın asla sönmesin” diye duada bulunurlardı…”. Gö­rüyoruz ki, gelinler daha o eve gelin olup gelmeden, evin ocağına karşı olan saygılarını göstermek zorundaydılar. Gelinlerin geldikleri evin ocağına saygılarını gösteren buna benzer âdeder bütün dünya Türklerinde de görünmektedir. Geli­nin, damadın evine girdiğinde ocağın başına götürülmesi şeklindeki uygulama, Makedonya Türklerinde de vardır. Ayva’mn tespitine göre, “Türk düşünce sis­temini yabancı etkisinden en uzak ve özgür şekilde yaşatan” Altay Türklerinde bu gelenek bugüne dek korunmuştur.

“İdegey” destanında ise Idegey’in gelin olan annesi ile beraber güvey olan babası da eğilip tazim kılıyor. Kazaklarda bugün de güvey kayın babasının evine girdikten sonra kızın babasına, annesine ve atalarının ruhuna üç kez eğilip, say­gısını sunar. Kırgızlarda da aynı gelenek uygulanmaktadır. Destanda ise İdegey’in annesi ve babasının ateşe selâm vermeleri hakkında söylenilmiyor. Ayrıca, bu sadece gelin veya damadın elini göğsüne koyup, eğilerek selâm ver­mesi, saygı gösterme davranışı da olabilir. Tatarlarda yeni gelen gelin, karşısına çıkanlara eğilip, hayır duasını almıştır. Fakat destanda yer alan “eğilip tazim kılan yurt” satırı “tazim” kelimesinden dolayı ocak kültü ile ilgili de izlenilebilir.

2.                    Ayak (kâse) almak

“İdegey” destanında dikkatimizi çeken daha bir düğün geleneği, gelin olan Yenike’nin dizini çökerek ayak (kâse) alıp bal (Tatarlara özgü bir çeşit içki) iç­mesidir. Bu gelenek gelinin bol ve rızklı hayatta yaşamasını dileyerek yerine getirilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Kazaklarda güvey, kayın babasının evine girdikten sonra kızın babasına, annesine ve atalarının ruhuna üç kez eğilip, say­gısını sunar ve bu nezaketine karşılık kaynanası ona bir kase kımız uzatıp, iyi dileklerini bildirir. Kırgınlarda da aynı geleneğe rastlıyoruz. Fakat bu gelenek Tatar Türklerinde, destanda da gördüğümüz gibi, güvey kız evine geldiği zaman değil, kız güvey evine gelin geldiği zaman uygulanır.

Söz konusu, Tatarlarda bugün de düğün sırasında kaynana gelini eşikte te­reyağı ve bal İle karşı alır. Fakat bal artık bir içki olarak değil, arıların topladığı bal olarak sunulur.

3.                    Duvak örtme

Geline duvak örtme geleneği de destanda bir satırda olsa bile yer almıştır. İdil- Yurt Toktamış han İçin başka sevinçli olayların yaşanması ile aynı zaman kadını Yenike’ye “ak duvağın örtüldüğü yurt” olarak da anılır. Bayazİtova’nın tespİdne göre, Astrahan Tatarları hâlâ “bitkürem tuy” (yüz görme düğünü) uygulamakta­dırlar ve bu mecliste gelinin duvağı berkânçek”) açılmaktadır. Kazaklarda da kızı güveyin köyüne getirdikleri zaman “betaçaf’ âdeti uygulanır. Nogaylarda da düğünün ertesi gün “betaşar toy” (yüz açma düğünü) olarak bilinir. Türkmenler İse bu güne “duvak günit adını vermişler.

Anlaşılan, duvak açma tüm Türklerin düğün merasimine has örf-âdettir. Meselâ, Anadolu’da da gelin kayınpederinin evine yüzü beyaz veya pembe du­vakla örtülü götürülür. Santur’un fikrine göre, duvak örtme geleneği gelinin, etkisi altında kalabileceğine inanılan doğaüstü güçlerden korunması amacıyla ortaya çıkmıştır. Tabi, bekâret simgesi de olmuştur. Sadece bu kadar da değil; Sultangareyeva’nın da belirttiği gibi, duvak açma kız çocuğun artık başka bir boya, nesle geçmesini de bildirmiştir. S. Abramzon, “Kırgız kızları, Altay kızla­rı gibi hiçbir zaman yüzlerini örtmemelerine rağmen, damadın evine, köyüne ilk gittiği zaman yüzünü, bürkönçök adı verilen beyaz kumaşla örtmektedirler” diye yazıyor. Âlim, bürkönçök kelimesinin anlamını da vermiştir: “Bürkönçök, gelinin baş giysisinin üzerine dikilen beyaz kumaş parçasıdır”. Destandan ve bu bilgi­den bir sonuca varabiliriz; Oğuz Türklerinden farklı olarak Kıpçak Türkleri genelde duvağın beyaz renklisini tercih etmişlerdir. Tatar Türkleri de beyaz ren­ge özen göstermişlerdir. Yeni doğan çocuğu beyaz kumaşa kundaklarlar, gelin beyaz duvak örter, yaşlı teyzeler, ebeler beyaz yazma örterler, ölen insanı beyaz kefene sararlar. Tatar Türkleri hatta yas töreninde de siyah renge bürünmezler.

4.     Kaplı Kamka(Altınlı simli kumaş)yırtma

Saymakta ve anlatmakta olduğumuz gelenelder ile beraber, “İdegey” destanında bugün Kazan Tatarları için pek anlaşılmayan töre, örf-âdetlerden de bahsedil­mektedir. Meselâ,

Altınlı simli kumaşın yırtıldığı yurt (4420).

Destanın orijinalinde bu satır üzerine dipnot düşülmüş: “Bir tören-âdetten bahsedilmektedir”. Kamka kelimesini “Tatar Telenen Anlatmalı Süzlege”, “Çin ipeği” olarak anlatıyor ve Tatarlarda söylenilen bir atasözüne göre anlaşılıyor ki, bu çok değerli bir kumaş olmuş: “KJyem kiysen qdmqa kİ, eçe tu^mıy, tışı ufirnıj’’’ (“Giysi giyecek olursan Çin ipeğinden giy, içi yıpranmaz, dışı solmaz”).40 Peki, “Altınlı simli kumaşı yırtma” nasıl bir tören, adettir?

Bu satırdan önce ve sonra gelen satırlara göre, bu bîr düğün geleneği ol­muştur. Eskiden Tatar Türklerinde uygulanmış olmak, çünkü aynı sözlükte “yırtış” kelimesine “Kavga şaka yaparak düğün hediyesi olarak sunulan kumaşı yırtma geleneği” diye yorum verilmiş ve Tatar atasözü de getirilmiş:

“Ağay-enenen tartışı —

T uy bülegeyırtışı”. 

“Ağa kardeşin tartışması,

Düğün hediyesi kumaşı yırtması”.

Sözlükte kelimenin diyalekt bir kelime olduğu da gösterilmiştir.

Başkurdistan’m Kuzey Batısında ve iç bölgelerinde çağımızda da gelin ile damadı yalnız bırakmadan önce uygulanan “Yırtış Basıi’ (eşikten atlayarak ku­maş üzerine basma) veya “Yırtış Yırtti’’ (kumaş yırtma) âdeti vardır. Güvey, kız yanma girmeden önce eşikte iki tarafından iki yengesi tutan kızıl kumaşı ayağı ile yırtıp, bu parçaları bayanlara hediye eder. Kumaşı yırtmak, yeni statüye geçmeyi, çocukluktan bulûğluğa girmeyi bildirmiştir. Sultangareyeva’nın da belirttiği gibi, ‘‘Yırtış – bu geçişin göze görünen sınırını göstermekte bir araç olmuştur. Tabi, eşikle ilgili majik anlam da bu tören sırasında yer almaktadır”.

Kazak Türkleri’nin düğünlerinde de kaymbabasının evine tahsis edilen he­diyelerin biri kumaştan oluşan hediyedir ve ona “cırtıs” adı verilir.

Ölüm İle İlgili Âdetler

“İdegey” destanında bu tören de farklı gelenek-göreneklerle icra edilmiştir. Me­selâ, İdegey 17 arkadaşına, ölecek olurlarsa onları son yolculuğa uğurlayacağı, son görevini yerine getireceği hakkında söylüyor:

Onjedi dost, sen ölsen,

Cenazeni çıkarıp,

Bay alıçtan od yakıp,

Temizleyip gömeyim (2320-2325).

“Bayalıf (veya “bayalıf), “Tatar Telenen Anlatmalı Süzlege”nde beyaz Ak- çaağaç, beyaz söğüt ve söğüt çiminin öbür ismi olarak anlatılmaktadır. Tatar halkında “Bayakç’tan od al” gİbı atasözü de vardır.

Ateş, ilkel toplumlarda günahtan arınma ayinlerinde manevî bir araç olarak değerlendirilmekteydi. Roux’un tespitine göre, eskiden ölen kişinin yatağını ve ona ait olan her şeyini ateşle armdırmışlardır. Tatarlarda ise cenaze yıkanırken ardıç ağacı dallan veya ağaç mantarını yakıp tütsüsü ile odayı temizlerler. Ardıç ağacının ayrıca kötü ruhları kovma niteliğine sahip olmasını da biliyoruz. De­mek, bayalıç ta aynı vazifeyi ödemiş oluyor. Tütsü de arındırıcı bir değere sahip olmuştur. Roux’un da belirttiği gibi, aynı şekilde, ardıç ağacı dallarından tütsü yaparak Türkiye’de Tahtacılar ve çağdaş Moğollar, silahlarını, evi v.s’yi temizle­mişler ve ölüleri yüceltmişlerdir. Tütsü ile ilgili bilgiyi A. İnan’da da buluyoruz: “Şaman, davulunu ateşe tutup kuruttuktan sonra cübbesini ve davulunu arcan denilen kokulu ot yakıp tütsüler ve sandalyeye oturur”. Tütsü geleneği sonraki devirde İslam dininde de önemli yer almıştır. Meselâ, Mevlit okunurken bir buhurdan içinde Öd ağacı denilen bir bitki yakılır.

İdegey’in söylediği “Temizleyip gömeyim” sözleri üzerinde de ayrı duralım. Buna benzer satırlar “Kara Kükel” adlı destanda da var: “Çocukları hepsi Kara Kükel ölünce başına toplandılar, mezarını derin kazdılar, iyice yıkayıp beyaz kefene sardılar”. Eski Türklerde ve Moğollarda ölünün yikamlması ve temiz olarak yatağına yatırılması hakkında Cengiz han’ın “Yasak” adlı kanunlar kita­bında beilirtilmiştir. O dönemde artık insan kefenlenmiş tir.

Destanda cenaze ile ilgili âdederden daha bir yerde bahsedilmektedir: Alp Kara Tiyin’i öldürdükten sonra İdegey

Kara Tiyin Alp’i

Keçeye salıp çektirip,

Akar suyun boyuna

Sin kaldırıp gömdürdü.

Sin i kurgan dağ oldu (2880).

Acaba, ilk satırda dile alınan “keçe” kelimesi tesadüfen mi kullanılmış bu­rada? İdegey’e keçe sadece cüsseli gövdeli Kara Tiyin’in cesedini akarsuyun boyuna çektirip götürmek için mi lâzım oldu?

Bilginlerin belirttikleri gibi, hayvan postunun defnedilmede kullanılması Türk kültürünün bir parçasıdır. Keçenin Eski Türklerde doğum, evlenme ve cenaze merasimlerinde kullanıldığı da malûmdur. Meselâ, Serkina’nın da belirtti­ği gibi, Altay dağlarındaki M.Ö. 5, yy.-M.Ö. 3. yy.lara ait bir mezarın altında çürümüş keçe kalıntısı bulunmuştur.

Çin vakayinamelerinden bellidir, eski Türk kağanları, kağan seçildiklerinde, “keçe üzerinde oturtulmak suretiyle götürülüp tahta çıkarılırdı. “İdegey” des­tanının “İdâgâ Pİ” adlı ikinci bir varyantında da çocuklar, bir keçe bulup İdege’yi şu keçe üzerine oturtup han seçiyorlar. Keçeye oturtup yukarıya kaldırma ge­leneğine Tatarlar yaşayan bazı yörelerde bugün düğün merasimleri İçinde rast­lamaktayız. Neden keçe sorusuna da cevap vermek zor değil: Serkİna’nın da belirttiği gibi, Türk-Moğol dünyasında ritüel eşyalann özgünlüğü hayvancılığın etkisi altında biçimlenmiştir. Koyunculuk, Türklerİn yaşamında önemli bir yer aldığı için pösteki (ve bu sıradan) gibi ritüel eşyaların tipini meydana koyar. Bu yüzden de İdegey’in Kara Tİyin Alp’in ölü gövdesini keçe üzerine koyup, gömmek için nehir kenarına götürmesi bize tesadüf değil gibi geldi.

Yukarıda destandan getirdiğimiz parçada cenaze gömme ile İlgili en eski tö­renlerin daha birine rastlıyoruz: sİn’i akarsuyun boyuna kazmak ve onun üzerine topraktan dağ kurmak (kurgan). Sin’i nehir kenarına kazdırma birçok Türk boyu ve Moğollar için ortak bir âdet olmuştur. Tarhan’m yazdığına göre, İskit (Sa­kalarda itibarlı ölüler Dinyeper nehrinin başına gömülürmüş. Kuzey-Doğu Moğolistan’da ve Başkurtlar arasında da sin yeri olarak bir nehrin kaynağı veya kolları seçilmiştir. Meselâ, Tatar, Başkurt ve Kazak halklarının ortak edebi mirası sayılan “Kuzu Kürpeş ve Bayan Sılu” adk destanda da iki âşık bir nehrin îlci kıyısına gömülür. Bu destanın bize belli olan ilk elyazmasının 1860’lı yılda akademik Radloff tarafından Sibirya’da şimdiki Novosibirsk iline ait olan Uba ilçesi Perepe köyünde yazıya alınması, destanda geçen törenlerin, âdederin en eski çağlarda Türklere has olan özellikleri taşımalarında şüphe bırakmıyor.

Gelelim kurgan yapma âdetine. Destanda İdegey, Alp Kara Tiyen’in mezarı üzerine kurgan yapmaktadır. Ayrıca, ‘Kadış Mergen’ adlı başka bir Tatar desta­nında da ‘Ölen anne-babanın kabrini derin kazdılar, üzerine kurgan yaptılar’ denilmekte. Kumanların ve Kapçakların, mezarların üzerlerine yüksek tepe yaptıklarından Rubruk da bahseder. Türk sanatının en eski ve somut malze­mesinin Hunlar devrinden kalma olduğu kabul edilir. Hunların, İskiderin, Gök- türklerin ve aynı coğrafyayı paylaşan pek çok kavmin, mezar odalarının üzerini yığma toprakla örttüklerini biliyoruz. Fakat kurgan tipi mezarlar Hunlardan önce Karasuk adıyla bilinen kültüre de tanış olmuştur. Karasuk kültürü, Sibirya merkez olmak üzere, Baykal kıyıları, Kuzey Moğolistan, Altaylardaki Anyang ve Huang He kıyılarına kadar yayılmış ve arkeolog Kİselev’e göre, M. O 1200 yılın­dan 700 yılına kadar süren bir kültür olmuştur. Karasuk kültürüne bağlanan bütün mezarların İçleri ahşap kaplı, özerleri yığma tepeler halindedir. Anlaşılan, bu tip mezar anlayışı Hun kurganlarının öncüsü olarak görülebilir.

Kurganlann tarih sahnesinden silinişin başlıca nedeni, bu bölgelerde İslam dininin yayılması ve bununla bağlantılı olarak inanç sisteminin köklü bir değişik­lik geçirmesidir. Fakat “İdegey” destanı, İslam dini kabulünden altı asra yakın vakit geçtikten sonra yazılan bir eser olmasına rağmen, burada Alp Kara Tiyen kabri kurgan şeklinde yapılmaktadır kİ, nedenini bu kahramanın mitolojik bir zat olması ve şamanizm ile bağlantıda bulunması ile anlatabiliriz.

Sonuç

İnsanın hayatı “doğum”, “olgunluk” ve “ölüm” gibi bütün dinlerde hayatın en önemli anları olarak ifade edebileceğimiz ve İnsanlara genellikle bir öncekine nispetle yeni statüler kazandıran geçişlere bağlıdır. İnsanın tüm özelliği, kişiliği ve değeri, hepsî bu geçiş dönemlerinde açıklanmaktadır. En İlginç olanı da,

“İdegey” destanında bu merasimler içinde biz Toktamış hanı da, İdegey’i de bir hükümdar veya bir emir olarak değil, aile başına geçmeye hazırlanan sıradan bir delikanlı veya çocuk sahibi olma sevincinden şaşkın kalan bir baba olarak tanı­maktayız. Meselâ, Toktamış han hayatının en zor günlerinden birinde, sarayını terk etmeye mecbur olduğu anda hayatının en mutiu günlerini, “küçük cam” Yenike’yi gelin olarak saraya getirdiği günleri, çocuklarının dünyaya geldiği gün­leri aklına getirerek dönüp güzel sözler söylemektedir. İdegey için de vatan, Idil- Yurt düşünceleri annesinin gelin, babasımn güvey olduğu, kendisinin de göbeği kesildiği baba yurdu düşüncesinden hiç de ayrı değildir. Ayrıca, bu olayların içinde Toktamış hanın da, İdegey’in de geleneklere ne kadar bağlı oldukları da açık görünmekte ve bu olay okuyucunu olumlu etkilemektedir.

Destandaki kahramanların tüm kaygıları ve muduluklan, sevdiklerine kol- kanat germeleri, gerçekleşen ya da gerçekleşmeyen umudan, öçleri, kinleri, bir­birlerini aşma istekleri ve hatta hataları da bİzlere kahramanlar ile aramızda olan kaç asra rağmen bugün de çok yakın ve anlaşılmaktadır! Bu yüzden de, belirsiz kalan bir yıravın (ozanın) Toktamış hamn ve İdegey’in kişiliğini törenler ve örf- âdeder sırasında ustalarca canlı bir şekilde göstermiş olması destanın en büyük kazançlarından biri olarak sayılmaya değerdir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Benzer Paylaşımlar